Hz. Muhammed'in Üniversitesi , Medrese-i Muhammediye


Medrese-i Muhammediye 

Müslümanlara ışıklı ve doğru yolu gösteren Hazreti Muhammed'dir. Bütün mezhepler ve tarikatlar, İslamiyet'in feyzinden ilham almışlardır. Bu feyzin başında ise 'Muhammediyet Üniversitesi' gelmektedir.

Müslümanlar peygamberlerinin ismetine, yüksek ahlaklarına, manevi kemaline itikat etmektedirler. Onu insanların en mükemmeli ve ahlakça en yüksek olanı olarak kabul etmektedirler.

Peygamberler, manevi emirlere erişmiş insanlardır. Bu emirler insanları düşmüş oldukları batıl inanışlarından çevirmek, doğru yolu göstermek, Allah'ın birliğine inandırmak, yüksek ahlaka sahip etmek, insanlar arasında eşitliği kabul ettirmek, sosyal refahı sağlamak, bir hukuk nizamı içinde yaşatmaktır. Bu ulvi esaslar, Cenab-ı Allah'ın insanlara bahşettiği nimetler olmuştur.

Müslümanlar Ön Asya'ya yayılınca kazançları şunlar olmuştur:

  1. Putlara tapan insanlar, İslam'dan aldıkları feyzle adam olmuş, yüce ve ahlaki büyük bir dine sahip olmuşlardır.
  2. İlmin her derecesine malik bir toplum doğmuştur.
  3. Kanunlara saygı gösterenler devlet idaresine malik olmuşlardır.
  4. Asayiş ve adalet hâkim olmuştur.
  5. Fazilet insanlığın ilkesi olmuştur.
  6. Müslümanlık mefkûresi yeni bir İslam medeniyeti doğurmuştur.

Hazreti Muhammed, kısa bir zamanda Müslümanları bu nimetlere sahip kılmıştır.

Hazreti Muhammed'in üniversitesinden, çok büyük zatlar yetişmiştir. Hazreti Ebubekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman, Hazreti Ali gibi âlim ve fazıl insanlar Mekteb-i Muhammediye'den feyz almışlar, onu devam ettirmişlerdir.

Hazreti Muhammed'den önce Arap âlemi, sefil ve perişan bir halde birbirlerini boğazlama ile meşgul iken, Muhammediyet'in etrafında birleştiler. Hazreti Muhammed peygamber olmakla beraber, profesör, İslam hukukçusu, ruhani reis, imam, amir, hakim, kumandan ve devlet reisi idi. Namazları kendisi kıldırır, her gün mescitte namazdan sonra vaaz ve öğütler vererek etrafındakileri irşad eder, devlet işlerine düzen verirdi. Herkes müşküllerini ona sorardı. Halk öğrenmek sevdası ile dertlerini açar, ondan cevap alırdı. Fakirleri teselli eder, dertlilerin imdadına koşardı. Sözleri birer Hadis, kanunu ise Şeriat idi. Zekât ve Fitre ile fakirleri doyururdu. Savaşlara başkumandan olarak iştirak ederdi. Kurduğu devlet, o günün şartlarında bir cumhuriyetti. Bütün insanların servet, şöhret, mal, mevki, renk, ırk, dil farkı gözetilmeksizin eşit olduğunu, Allah huzurunda üstünlüğün ancak iman ile olabileceğini tebliğ ediyordu. Bu suretle demokrasiyi kabul etmişti. Kendisinden sonra gelen dört halife hep seçimle devlet başına geçtiler.

Muhammediyet yolunun esaslarını ihtiva eden hükümlerin hepsine birden 'Fıkıh' (İslam hukuku) adı verilmiştir. Fıkıh üç kısma bölünmüştür. Birincisi fıkıh ilmidir ki, akıl ve istidlal (türetim) ile bulunan, bilimsel ve itikat edilmesi istenilen hakikatlerdir. Allah'ın birliğine inanmak ve ilahi sıfatlara inanmak bunlardandır. İkincisi ise ameli fıkıhtır. İşlenmesi gereken hükümleri ihtiva eder. İbadet ve muamelelere dairdir. Üçüncüsü ise vicdani fıkıh olup, nefsin terbiyesidir; ilim, ahlak ve tasavvuftur. 

Bu üç esas, imanın temelini teşkil eder. Bu da Cenab-ı Hakk'ın varlığına, yani ulûhiyete inanmaktır. Muhammediyet'in en büyük esası budur. Gerçek imana kavuşmanın yolu budur. Değişik şekil ve yol arayışları, insanları bu gerçekten uzaklaştırır.

Ehl-i Sünnet yel Cemaat
Muhammedi yolun esaslarını aynen kabul edenlere, Ehl-i Sünnet denilmiştir. Ehl-i Sünnet'in itikatlarına da Tevhid İlmi denilir.

Hazreti Muhammed'in vefatından sonra birtakım ulema, ulûhiyet meselesi ile meşgul olmuşlardır. Bunlar ulûhiyeti (ulvi, manevi ilim) Tevhid ilmi ile değil, kelam ilmi ile halle çalışmışlardır.

Bunlar akıl ile bilinen sıfatı ispata çalıştılar. Aklın almadıklarını tevil etmişlerdir. Bunların başında Mutezile mezhebine uyanlar gelmektedir. Bilhassa Abbasi halifelerinden Memun, Mutasım ve Vasik zamanında, akla dayanan Mutezile kuvvetlendi. Ehl-i Sünnet tehdit edildi. Nihayet Halife Mütevekkil zamanında Ehl-i Sünnet kuvvetini kazandı.

Abbasiler devrinde birçok şeyhler çıkarak, çeşitli mezhepler meydana koydular. Bunların içinde Muhammediyet yolundan ayrılan 'Turuk-u Dalle' (Sapkın Yollar) doğdu. Bunların arasında Batıniler, Kırmitiler gibi mezhepler meydana geldi. Ayrıca hilafet ve imamet meselesinden de Alevi, Şii ve Harici mezhepleri kuruldu. Fakat bütün tarikatlar, İslamiyet' in esaslarına dayanan Hazreti Muhammed'in yolundan, büyük farklarla ayrılmadılar.

Tarikatların en kuvvetlileri, Türklerin kurdukları tarikatlar olmuştur. Araplar mezhep, Türkler de tarikatlar kurdular. Ehl-i Sünnet Kur'an, Tefsir, Hadis ve Fıkıh ile meşgul olduğu halde, tarikat ehli, Kelam ve Tasavvuf ile meşgul olmuştur.

Kelam; Müslümanların fikir hareketlerini, din felsefesini, tarikatların itikat usullerini, ulûhiyet ve nübüvvet (Peygamberlik), İslami itikatları ispat meselelerini inceleyen bir din ilmidir. Tasavvuf ise, ulûhiyetin bir felsefesi olarak devam etmiştir. Tarikatlar daha ziyade, İslamiyet'in felsefesi olan İlm-i Kelam ile Tasavvuf a önem vermişlerdir.

Tarikatlar

Tarikat, Allah'a kavuşma, İslami bilgileri öğrenme yoludur. Peygamber Efendimizin yoluna, 'Tarikat-ı Muhammediye' de denir.

İslami tarikatlarda üç tank (yol) tercih edilmiştir. Birincisi 'Tarik-i Enbiya ve Hükema', ikincisi 'Turuk-u İslamiye', üçüncüsü 'Tarik-i Selefıyye'dir.

Tarik-i Enbiya ve Hükema yolunu tutanlar, hakkı ve hayrı arayanlardır. İkincisi Turuk-u İslamiye olup, İslam âleminde hakikati aramak uğrunda çalışanlardır. Bu iddiada bulunanlar da beş tarikata ayrılmışlardır: Selefıyye, Mütekellime, Mutasavvıfa, Mütefelsife ve Batıniyye. Üçüncüsü ise Tarik-i Selefıyye'dir. Bunlar, Sahabe ve Tabiin mezhebinde bulunan tarikatlar ve hadisçilerin yolundan gidenlerdir. Selefiyye'nin yolu, Kur'an yoludur. Bunlar Kur'an-ı Kerim'in iman akidelerini akıl ve nakil yolu ile ispata çalışmaktadırlar. Medreseler bu tarikat üzerinde yıllar yılı çalışmışlardır.

Selefiyye tarikatı, Muhammediyet yoludur. Bu Tarikat-ı Muhammediye'yi tutanlar, Kur'an-ı Kerim'e iman ve Hazreti Muhammed'in haber verdiği şeyleri tasdik etmektedirler. Bütün bu konularla İlm-i kelam meşgul olmuştur. İslam âleminde ilk ayrılığı doğuran, Marke adında biri olmuştur. Bunlara Ehl-i Bid'at' denilmiştir. Marke, Kur'an-ı Kerim'i yanlış olarak anlatmıştır. Fakat Kur'an-ı Kerim'i inkâr etmemiştir. Bunun üzerine şu mezhepler doğmuştur: Şia, Kaderiyye, Mürcie. Cehmiyye, Cebriyye ve Musebbehe. Bunlar Müslüman olmakla beraber, birtakım batıl itikatlara ve adetlere maliktirler. Bu mezheplerin hepsi Arabistan'da doğmuş, fakat çökmüşlerdir. Bunlardan siyasi mahiyet taşıyan Şia yaşamıştır. Bir de Afrika'da İbaziyye yaşayabilmiştir.

Müslüman Türkler arasında kurulan tarikatlardan Ahilik, Kızılbaşlık, Bektaşilik, Yesevilik, Nakşibendîlik. Kadirilik, Rufailik, Halvetilik, Celvetilik, Bayramilik, Melamilik, vesaire tarikatlar, uzun bir zaman devam etmişlerdir. Tarikat-ı Muhammediye'nin esaslarından ayrılık gösteren Mutezile ve Şia mezhepleri, Arap yarımadasından İran'a ve Batı Türk iline de yayıldı. Mutezile, kuvvetini Bağdat'ta buldu. Şia da İran'a yerleşti, kaldı. Türk ili ve Horasan'da Oğuz Türkleri Selçuklu İmparatorluğu'nu kurunca, ülkeye girmiş olan Ehl-i Bid'at mezhepleri kuvvet bulamadı.

Müslüman olan Türkler, Kur'an-ı Kerim'i ve Hazreti Muhammed'i çok sevdiler. Binlerce din uleması meydana gelerek İslamiyet'i derinden derine tetkik ve tatbike koyuldular. İslamiyet'in bütün feyzlerinden faydalanmayı bildiler. İslam âlemi içinde Türkler, en büyük alimleri yetiştirmek şerefine nail oldular. Kur'an-ı Kerim tefsirinde, hadiste, kelamda, tasavvufta, diğer ilimlerde ve felsefede, dünya çapında Türk alim ve filozofları yetişti. Onuncu asırda Müslümanlığı kabul eden Oğuz Türkleri, 1040 tarihinde Selçuklu İmparatorluğunu kurunca Ehl-i Sünnet yolunu tuttular. Tarikat-ı Muhammediye'den ayrılmadılar. Ehl-i Bid'at ve delaletle sapmış mezhep ve tarikatların hiçbirini tutmadılar. Bağdat halifelerine saygı gösterdiler. Onlara yardım ettiler. Halifelere hürmette kusur etmediler. Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey halife Kaim Bi Emrullah'ı Şiilerin elinden kurtardı. Türklerin Bağdat'a girişi pek şanlı oldu. Halife Kaim Bi Emrullah, Tuğrul Bey'i huzuruna kabul ederek, bu Türk hakanının beline, biri doğunun, diğeri batının hâkimiyetini temsil eden iki kılıç kuşattı. Tuğrul Bey, Sünniliğin savunucusu olduğunu ilan etti.

Tuğrul Bey'in yerine geçen Selçuk Sultanı Alparslan, aynı Ehl-i Sünnet yolunu tutarak, Sünniliğin savunucusu ve muhafızı oldu. Nizamü'l-Mülk, Nizamiye Medreselerini kurmak suretiyle Tarikat-ı Muhammediye'nin devam ve bekasını sağladı. Nişabur ve Bağdat nizamiye medreselerine, Türkler arasından yetişmiş büyük ulema müderris oldular. Büyük Türk âlimleri, binlerce öğrenci yetiştirdiler. Arap âleminde Tarikat-ı Muhammediye'ye muhalif mezhep ve fırkalara mukabil, Türk sultanları Sünniliğin muhafızı oldular. İslamiyet'in şan ve şerefimi ayakta tuttular. Nihayet bütün Arap âlemi, Türk hâkimiyetine geçmeye mecbur oldu.

Kur'an-ı Kerim'i, Türk uleması ve Türk kılıcı yaşattı. Türkler İslamiyet'i, ilim ve ahlak yolu ile devam ettirdiler. İslamiyet'i yok etmek isteyen Haçlı ordularını da, Anadolu Selçuklu sultanlarından Kılıç Arslan'ın orduları perişan etti. Türkler, Hazreti Muhammed Ümmetini her türlü tehlikeden kurtardılar.

Tarikat-ı Muhammediye'de Teşkilat
Tarikat-ı Muhammediye, ümmet teşkilatına dayandı. Ümmet teşkilatı, her dinde başka şekillerde tecelli etmiştir. Katoliklerde Hıristiyan ümmeti bir hükümet tarzında uzuvlanmıştır. Bu hükümetin imparatoru papa, vezirleri kardinaller, valileri ise piskoposlardır. Müslümanlarda ümmet, bir hükümet şeklinde değil, bir üniversite suretinde teşekkül etmiştir. Bu sebepledir ki Hıristiyanlıkta dini teşkilata 'Kilise' adı verilmiş, Müslümanlıkta ise 'Medrese' denilmiştir. Müslümanlıkta ruhani reisler yani klerikal (ruhban) sınıf yoktur, yalnız Müderrisler (profesörler) vardır.

İslamiyet, akıl ve hürriyet esasına dayanmaktadır. Müderrisler, akli delillerle ikna etmeden hiçbir kimseye hakikati kabul ettirmeye çalışmazlar ve papazlar gibi her şeyi Nas halinde kabul ettirmezler. Müslümanlıkta zorlama yoktur. Akıl ile inanıp iman etmek esastır.

Medreselerdeki ulema, bütün cemiyeti doğru yola sevk etmeye ve kurtarmaya azmetmiştir. Medresenin faaliyeti bütün ümmete döndürülmüştür. Hâlbuki tarikatların şeyhleri ve velileri, kendilerini veyahut müritlerini kurtarmaya çalışırlar. Şeyh Sadi diyor ki: 'Bir derviş tekkeyi terk ederek medreseye intisap etti. Ona niçin dervişliği bırakıp ilimler arasına geldiğini sordum. Dedi ki: 'Derviş kendi kilimini sudan çıkarmaya çabalar, âlim ise boğulmakta olanları kurtarmaya çalışır.'

Bu sebepledir ki Sünnilik, bir tekke teşkilatı değil, bir medreseler birliğidir. Bütün İslam âlemi, büyük bir üniversite olarak yaşamıştır. Şeyhülislam, bu İslam üniversitesinin rektörü mahiyetinde idi. Selçuklu ve Osmanlı Padişahları da hazineleri ve orduları ile bütün ümmetin koruyucusu ve kollayıcısı idi. Mezhep ve tarikat sahibi olan şeyhlere ve imamlara gelince, bunlar ancak doktrin sahibi âlimlerden ibarettir.

Bütün bunlardan anlaşıldığına göre, İslamiyet'te din, idari bir velayete değil, ilmi bir velayete dayanmaktaydı.

1517 tarihinden itibaren Yavuz Sultan Selim Han ile hilafet Türklere geçince, Türk sultanları tebaalarının hükümdarı bütün Müslümanların da halifesi sıfatını almışlardır. Bundan böyle Sünniliğin savunucusu oldular. Bu sebeple Osmanlı İmparatorluğu'nun yükselme devrinde medreseler, vazifelerini hakkıyla gördüler.

Türkler, dünya tarihinin muazzam imparatorluklarını kurdular. Selçuklular dâhil 1000 sene varlıklarını Anadolu'da yaşatmaya muvaffak oldular, büyük İslam medeniyetini yarattılar. Fakat modem çağlarda demokratik rejimler doğunca, ümmet teşkilatına dayanan imparatorluklar, tarihe mal oldu. Medrese de vazifesini müspet ilimlere bıraktı.

Hilafet Meselesi
Hazreti Muhammed'in ölümünden sonra, İslam âleminde hilafet ve imamet meselesinde birçok mücadeleler olmuş ve sonunda ayrılıklara sebebiyet vermiştir.

Hilafet, bir kimsenin yerine geçmek, vekili, halefi olmak manasındadır. Geçen zata da Halife denir. Halifeler, Müslümanların imamı olarak başa geçip devlet idaresini ele alan kimsedir. Hilafet, mahiyeti itibariyle iki kısma ayrılır: Biri Hilafet-i Kamile, diğeri de Hilafet-i Suriyye'dir. Hilafet-i Kamile, bütün vasıfları haiz, ümmetin rıza, seçimi ve biatiyle hâsıl olan hilafettir. Hilafet-i Suriyye (şekli halifelik) ise, şartları haiz olmadan, halkın arzusu hilafına, zorla elde edilen hilafettir. Hilafetten maksat, hilafet-i kâmiledir.

Hilafette iki esas vardır. Birincisi Hazreti Muhammed'e nispet, diğeri de İslam ümmetine nispettir. Hazreti Peygambere nispete Hilafet-i Nübüvvet denilir ki, hakiki hilafet budur. Devlet idaresinde ve imamette Hazreti Muhammed'e halef ve vekil olmaktır. Bu da ona gark olmakla mümkündür.

İkincisi, Müslüman ümmetin vekâlet ve nispetidir. Bu da ancak, ümmetin rızası ve seçimi ile hâsıl olur. Bu şartlar olmadan hilafete sahip olunmaz. Hilafet-i Suriyye, zahiren hilafet ise de, hakikatte değildir, saltanattır, padişahlıktır. Bütün Emevi ve Abbasi halifeleri böyle idi. Hakiki halifeler değil, suri (şekli) halifelerdi. Hazreti Muhammed demiştir ki: 'Benden sonra hilafet 30 senedir. Bundan sonra hilafet, ısırıcı bir saltanata inkılâp edecektir.'

Hazreti Muhammed'in ölümü ile İslam dünyasında hilafet meselesi, bir dava olarak sürdü. İslam dininin kurucusu Hazreti Muhammed, 632 tarihinde Medine'de vefat edince Ashabı telaşa düştü. Hazreti Peygamberin gömülmesi ile meşgul olunurken, hilafet meselesi de meydana çıktı.

Dört Halife Mücadelesi

Hazreti Muhammed sağlığında bir vasiyetname yazdırmak arzu etmişti, fakat Ashabı arasında şiddetli bir münakaşa çıktığından, Cenab-ı Peygamber bu fikrinden vazgeçmişti. Hasta yatağında iken hilafet meselesinde Cenab-ı ihtilaf hâsıl olmuştu. Hazreti Muhammed, hilafeti Hazreti Ali'ye bırakmayı arzu ediyordu. Çünkü Ali'yi büyük bir ihtimamla yetiştirmiş, sırlarına ve işlerine mahrem kılmıştı; fakat Hazreti Ali, amcası oğlu ve damadı olması hasebiyle hilafete ırsi bir saltanat süsü vermekten çekiniyordu. Bu sebeple Ashabı tarafından seçilmesini istiyordu. Fakat buna da kimse razı olmuyordu.

Hazreti Muhammed veda haccından döndüğü zaman irat ettiği hitabede Hazreti Ali'nin imamete layık olduğunu işaret etmişti. Fakat Hazreti Ömer, hilafetin seçim suretiyle hallini ileri sürmüştü. Ensar da reisleri olan Saad Bin Ubeyde'yi halife yapmak istiyorlardı. Bazıları da Haşimi ve Emevi mücadelesi açılmasından korkuyorlardı. Hazreti Muhammed bir gün: 'Ben ilmin Medine'siyim, Ali de kapısıdır,' demişti. Yine bir gün: 'Beni seven Ali'yi de sever, Ali'ye düşmanlık eden bana düşmanlık etmiştir,' buyurmuştur.

Hazreti Muhammed vefat edince öldüğü odaya gömüldü. Eşleri feryada başladılar, fakat bu esnada Ensar. Sahafı Nebi Saide'de toplanmış, kendilerine bir halife seçmek için mücadele veriyorlardı. Bunu duyan Hazreti Ömer ve Hazreti Ebubekir buraya koştular. Bunun üzerine Ensar'dan biri şöyle dedi:

- Biz Ensar-ı Resulüz, bizler İslam'ın cenge hazır askerleriyiz, ey Muhacirin, sizler ise bizim içimize sığmış bir cemaatsiniz. Hilafet bizim hakkımızdı.

Bu son söz üzerine Hazreti Ebubekir şunları söyledi:

- Bu ümmet, evvelden taştan ve ağaçtan yapılmış putlara tapardı. Cenab-ı Hak kendisine ibadet etmeleri için onlara Resul gönderdi. Arap kavmine babalarının dinini terk etmek güç geldi. Cenab-ı Hak, Muhacirini iman ile mümtaz kıldı. Onlar Hazreti Peygambere yaran ve dertlerine ortak oldular. Onunla beraber müşriklerin eza ve cefasına sabır ve tahammül ettiler. İşte yeryüzünde ilk defa Cenab-ı Hakk'a tapan ve Resulü'ne iman eden onlardır. Resulü Ekrem'in vefalı dostları ve aşireti onlardır. Bu sebeple onlara hilafet cümleden ziyade haktır. Bu hususta onlarla kimse mücadele edemez. Eğer ki zalim olalar.

- Ey Ensar, sizlerin de nice hizmetleriniz ve meziyetleriniz inkâr olunmaz. Cenab-ı Hak sizi dinine ve Resulüne nusret için seçti. Sizlere Resul'ün hicretini nasip kıldı. Muhacirin'den sonra sizin Medine'nizde başka kimse yoktur. Fakat hilafet meselesinde Arap kavmi, Kureyş'i tanır. Başkasının hilafetini tanımaz. Biz ümerayız(emir), siz vüzerasınız(vezir). Hiçbir meşveretten(danışılma) geri bırakılmazsınız.

Fakat içlerinden birisi:

- Bizden bir emir, sizden de bir emir olsun, diye cevap verdi. Hazreti Ömer, 'İki emir cem olamaz. Peygamber hangi kabileden ise halifesi dahi o kabileden olmadıkça Arap kavmi kabul ve itaat etmez,' dedi.

Ebu Ubeyde Bin Cerrah:

- Ey Ensar, ilk defa bu dine yardım eden sizler idiniz, sakın ilk defa da bu işi bozan sizler olmayınız,' dedi... Mücadele başladı.

Bu esnada Hazreti Ebubekir:

- Size bu iki zatı seçtim. Birine biat ediniz... diyerek Hazreti Ömer ile Hazreti Ubeyde'yi gösterdi. İkisi birden istemediklerini bildirdiler. Hazreti Ömer:

-Hazreti Peygamberin ileri geçirdiği zatın önüne kim geçebilir. Hazreti Muhammed hangi mecliste bulunsa sağ tarafına Ebubekir'i, sol tarafına da Ömer'i alırdı. Ebu Ubeyde hakkında dahi, 'bu ümmetin eminidir,' derdi. Ortalık birbirine karıştı, bu esnada Hazreti Ömer, Ebubekir'e hitaben:

- Resulü Ekrem seni, dinimizin büyüğü olarak namazda kendisine halife etmişti. Seni cümlemize imam eyledi. Elini uzat biat edeyim, diyerek Ebu Ubeyde ile birlikte Ebubekir'e biat ettiler. O zaman Ebubekir:

- Ey Müslümanlar, her kim ki Muhammed'e tapıyorsa bilmelidir ki Muhammed öldü. Her kim ki Allah'a tapıyorsa bilmeli ki Allah bakidir, ölmez. Hazreti Ebubekir sonra minbere çıkıp dedi ki:

- Ey Nas, ben sizin üzerinize Veliyu'l Emir oldum. Hâlbuki sizin en hayırlınız değilim. Eğer iyilik edersem bana yardımcı olunuz, fena olursam doğru yola sevk ediniz. Doğruluk emanettir.

Hazreti Muhammed'in vekili olarak ilk halife Ebubekir seçildi. Medineli Us ve Hazrec kabileleri Ebubekir'e biat ettiler. Hazreti Ali Peygamberin ölüm döşeği önünde bulunuyordu. Hazreti Muhammed, Hazreti Ali'yi halife yapmak istediği halde kimse onun adını bile anmadı. Herkes devlet başına geçmek sevdasına düşmüştü. Hazreti Ali'nin halife seçilmemesi kısa zamanda Müslümanları ikiye böldü. Hilafet meselesi bir ihtilaf mevzuu oldu. Ali'nin hilafetini tanıyanlar 'Şia' ve 'Aleviler' diye ayrıldılar. Karşı taraf ise 'Sünniler' gurubunu teşkil ettiler. Hazreti Ali'nin halife seçilmemesinden dolayı Ali'yi sevenlerle Haşimiler, Ebubekir'e biat etmediler. Hazreti Ali hilafet meselesinde fikri sorulmadığından dolayı çok müteessir oldu. Çok geçmeden yer yer isyanlar çıktı. Bunun üzerine Ebubekir, Ebu Ubeyde ile şu sözleri Hazreti Ali'ye bildirdi:

- Ali'ye git de ki, deniz tehlikeli, gök açık, yer ise çıplaktır. Şeytan, İslam Ümmeti arasına düşmanlık sokmaya çalışıyor. Sen bir köşeye çekilmiş küskün duruyorsun. Sen bu ümmetin ekmeğine katık gibisin. Bu ümmetin keskin kılıcısın. Eğrilip de kesmez olma. Bu ümmetin tatlı suyusun, acayip da bozulma; Ya Ali, Ensar ve Muhacirin benim sana biat etmemi isterlerse, ben sana derhal biat ederim. Eğer düşüncen başka ise sen de bana biat et, bize yardımcı ol. Yolunu şaşıranları irşad et... Artık fitne kapısı kapansın... Allahu Teala bizim dediğimize şahittir.

Aynı zamanda Hazreti Ömer de şunları bildirdi: 'Ali'ye de ki: Ebubekir bu ümmete cebir göstererek sıçrayıp da halifeliği kapmadı, Bu ümmetin şuurunu yok edip, gözlerini bağlayıp, akıllarına bozmadı. Allah hakkı için böyledir. Ebubekir malumunuz olduğu üzere aziz, âlicenap bir zattır. Hilafete bu meziyetleriyle nail oldu. 0 hilafetten çekindi, fakat hilafet ona sarıldı. Bu vazifeyi Cenab-ı Hak ona ihsan etti.'

Bu haberleri Ebu Ubeyde, Hazreti Ali'ye bildirdi. Fakat Ali'nin onlara bir kini yoktu. Ancak Hazreti Muhammed'i sevenler, Ali'yi çok seviyorlar, hilafete onu layık görüyorlardı. Buna rağmen Hazreti Ali, Hazreti Ebubekir'i ziyarete gitmiş, devlet işlerine yardımda bulunmuştur. Bütün bunlara rağmen Hazreti Fatıma çok müteessir idi. Halifeler onu ihmal ettiler. Hürmette kusur ettiler, baba mallarını elinden aldılar. Ebubekir yer yer çıkan isyanları bastırdı. İki yıl sonra Hazreti Ebubekir vefat edince yerine Hazreti Ömer halife seçildi. Hazreti Ebubekir vefat ettiğinde hiç parası çıkmadı. Yalnız bir deve ile kaftanı vardı. Bunların da hazineye verilmesini vasiyet etmişti. Hazreti Ömer zamanında Araplar büyük fetihlerde bulundular. Hazreti Ömer adaleti ile tanındı. Hazreti Ömer'den sonra da Hazreti Osman halife oldu. Bu zat Emevi kabilesinden idi. Ne kadar Emevi varsa onlara yüksek memuriyetler verdi. Bu yüzden Haşimiler ile Emeviler birbirlerine düştüler. Sonunda Hazreti Osman bu yüzden şehit edildi. İhtilalciler, bilhassa Mısırlılar ve Kufeliler, Hazreti Ali'nin hilafetini istiyorlardı. Nihayet Hazreti Ali halife seçildi. İlk defa kendisine Talha ile Zübeyr biat ettiler. Taiha ile Zübeyr ve Hazreti Ayşe, Hazreti Ali idaresine isyan ettiler. Şam valisi Muaviye ise bu kargaşadan faydalanma yolunu tuttu. Hazreti Ali Muaviye'yi Şam valiliğinden azletti.

Asiler Hazreti Osman'ı katillerinden istiyorlardı. Hazreti Ayşe ile Cemel muharebesi yapıldı. Bu harpte Talha ile Zübeyr öldürüldü. Hazreti Ali muharebeyi kazandı. Fakat bu hadiselerden faydalanan Muaviye Hazreti Ali ile Sıffin harbini yaptı. Üç ay süren bu muharebede iki taraf da pek çok zayiat verdiler. Amr İbn'ül As'ın bir kurnazlığı Muaviye'yi kurtardı. Muaviye'nin askerleri mızraklarının ucuna birer Kur'an-ı Kerim taktılar. Hazreti Ali'nin ordusunu kitap ve sünnetin hükmüne davet ettiler. Bu hileye kapılan Hazreti Ali ordusu, mütareke yaptı. İki taraf birer hakem tayinine karar verdiler. Muaviye'nin hakemi Amr İbn'ül As, Hazreti Ali'nin hakemi ise Ebu Mürsel Eş'ari idi. Bu hakemler bir kürsüye çıkarak kararlarını bildireceklerdi. İlk önce Ebu Mürsel kürsüye çıkarak, 'Parmağımdaki yüzüğü nasıl çıkardımsa, Ali'yi de hilafetten öyle çıkarttım,' dedi. Ondan sonra kürsüye çıkan Amr İbn'ül As, 'Parmağımdaki yüzüğü nasıl parmağıma takıyorsam Muaviye'yi de öylece halife tayin ettim.' dedi. Tabii bu hile ortalığı karıştırdı. Bunu Ali taraftarları kabul etmediler. Hazreti Ali'ye, 'Biz her hal ve karda senin sadık şian, yani taraftarlarınız,' dediler. 'Şia' ilk defa o zaman çıkmıştır. Bir kısım halk da, 'senin Muaviye gibi bir fitneci ile mütareke ederek hakem tayinine razı oluşun küfürdür, tecdid-i iman etmelisin,' diyerek ordudan ayrılıp Irak'a gittiler. Bunlara da 'Hariciler' denildi. Bundan sonra Muaviye Şam sarayında saltanata başladı. Emevi devletini kurdu. Hakem vakasından sonra Ali'ye taraftar olanlar 'Alevi' adını aldılar. Saltanat taraftarı olanlar 'Sünni' diye adlandırıldılar. Şam'da Muaviye saltanatı sürerken, Hazreti Ali ızdırap içinde idi. Onu koruyanların sayısı azalmıştı. Hazreti Ali'nin Muaviye'den sonra en büyük düşmanı hariciler idi. Hariciler bir gizli toplantı yaparak Hazreti Ali'yi, Muaviye'yi ve Amr İbn'ül As'ı öldürmeye karar verdiler, İbni Mülcem adında bir Mısırlı Ali'yi, Merk adında birisi Muaviye'yi, Amr oğlu Bekir adında birisi de Amr İbn'ül As'ı öldürmek üzere vazife aldılar. Bu üç harici, bellerine birer zehirli kılıç takarak dağıldılar. Bunlardan Amr Oğlu Bekir Mısır'a gitti. Fakat o gün Amr İbn'ül As camiye gitmediğinden ölümden kurtuldu. Amr oğlu Bekir, Amr İbn'ül As zannederek başkasını öldürdü. Haricilerden Merk ise Muaviye camiye giderken onu oyluğundan yaraladı. Ramazan ayının 27. günü üç hain Ali'yi öldürmek üzere tertibat aldılar. Hazreti Ali, yanında oğlu Hasan olduğu halde sabah namazını kılmak üzere camiye yaklaştığı bir sırada İbni Mülcem yanındaki zehirli kılıcı Hazreti Ali'nin başına vurmak suretiyle ağır bir yara açtı. Hazreti Ali'yi kanlar içinde evine götürdüler. Bu hami de yakalayarak Hazreti Ali'nin huzuruna çıkardılar. Hazreti Ali:

- Ya melun. Ben sana her zaman ihsanlarda bulunmadım mı?
Hain:
- Evet, iyiliklerini gördüm.
- Öyle ise bu cinayete sebep nedir?
- Ya Ali, ben bu kılıcı 40 gün biledim. Bununla seni öldürmeyi Allah'tan diledim. Sonra bu işi işledim.
Hazreti Ali hiddetlenerek:
- 'Hayır, o kılıç ile sen öldürüleceksin. Çünkü sen insanların en kötüsüsün,' deyince, hami dışarı çıkarıp derhal başını kestiler. Hazreti Ali, oğulları Hasan ile Hüseyin'e dönerek:

- Ey oğullarım, size vasiyet ederim. Dünyaya rağbet etmeyiniz. Benim için ağlamayınız. Doğruluktan hiç bir zaman ayrılmayınız. Allah'ın Kitabı ile iş görünüz. Zalimlere düşman, mazlumlara yardımcı olunuz, dedi.

O anda Hazreti Ali'ye zehir iyice tesir etmeye başlamıştı. Yüzü soldu ve gözlerinin fen iyice kayboldu. Az sonra kelime-i şahadet getirerek bu fani âleme gözlerini yumdu (M.S. 661).

Hazreti Ali'yi sevenler önünde bel bağlayıp kanlı gözyaşı döktüler. Bilhassa Horasan illerindeki Müslüman Türkler, Ali için yanıp tutuştular. Hala onun aşkı ile yanmaktadırlar. Bundan sonra Ali taraftarları da 'Alevi' adıyla yâd olundular. Zamanla Aleviler onu taparcasına sevdiler, o derece büyüttüler ki, 'Cenab-ı Hak Ali'ye hulul etmiştir,' diye onu yükselttiler. Hâlbuki Hazreti Ali, Hazreti Muhammed'in sevgilisi idi. Onu ilmin kapısı addetmişti. Akrabası ve damadı idi. Hazreti Ali ilimde, ahlakta ve kahramanlıkta eşsiz idi.

Hazreti İmam Ali, geceleri biri Beytülmal'a ait, diğeri de kendi malı olan iki mum bulundururdu. Devlete ait işlerde Beytülmal'a ait olan mumu kullanır, hususi işlerinde parasıyla aldığı mumu yakardı. Bu derece devlet malını korurdu. Adil bir halife idi. Devlet malına 'Malullah' ve amme hukukuna da 'Hakkullah' derdi. Hazreti Ali'nin şahadeti üzerine hilafet makamına büyük oğlu Hazreti Hasan geçti. Hazreti Hasan, Muaviye'nin üzerine yürümek üzere derhal bir ordu hazırladı. Fakat kendi askerleri ona bir ok atarak öldürmek istediklerinden, bu harpten vazgeçtiği gibi hilafetten de vazgeçti. Bir müddet sonra da Muaviye, Hazreti Hasan'ı zehirleterek öldürttü. Bundan sonra Muaviye, oğlu Yezid'i veliaht tayin ederek 'Emevi Saltanat Rejimi'ni kurdu.

Artık Hazreti Muhammed'in kurduğu cumhuriyet şekli, saltanata dönüşmüştü. Emeviler Hazreti Muhammed nesline düşman kesildiler. 'Ehli Beyt'i mahvettiler. Halayıklarını imamete geçirdiler. Kur'an-ı Kerim'e saygı göstermediler. Şam sarayında zevk ve sefaya düştüler. Bu sebeple de İslam âlemi Emeviİer'e düşman kesildi. Gerçi Muaviye kuvvetli bir devlet adamı idi. Arap devletini kuvvetlendirdi ve birçok fetihlerde bulundu, fakat ahlaksızlığı yüzünden İslam alemini ikiye böldü. Emeviler'in işlediği en büyük cinayet Hazreti Ali'nin oğlu Hazreti Hüseyin'i feci bir şekilde şehit etmeleridir. Araplar, Hazreti Hasan'dan sonra Hazreti Hüseyin'e biat ederek onu halife olarak tanıdılar. Hazreti Hüseyin'in halife olduğunu duyan Kufe'liler, ona birçok mektuplar yazarak Kufe'ye çağırdılar. Bu davet üzerine Hazreti Hüseyin Kufe'ye gitmeye karar verdi. Dostları ona:

- 'Ya İbni Resulullah, rica ederiz ki Mekke'den harice çıkma. Kufeli fesatçıların sözlerine itimat etme. Onların yüzünden babanızın başına neler geldi,' dedikleri zaman,
- Yezid'in zulmünden bezmiş olanlar yüzlerce mektup gönderdiler, bunları nasıl reddedeyim?
- Ya İmam, Kufe Yezid'in idaresindedir. Bu sebeple Kufeliler size yardım edemezler.
- Mademki bu kadar ısrar ediyorsunuz, müsaade ediniz de bu gece düşüneyim... Dedi.

Fakat ertesi gün gitmeye karar verdi. 0 gün, dostları ile vedalaştıktan sonra yola koyuldu. Birçok yerlerde konakladı. Emevi halifesi Yezid, Hazreti Hüseyin'in Kufe'ye hareket ettiğini haber alınca Kufe valisi Abdullah bin Ziyad'ı Hazreti Hüseyin ile mücadeleye memur etti. Hazreti Hüseyin'in kafilesi yoluna devam ederken bir yerde durakladı ve Hazreti Hüseyin sordu:

- Burası neresi?
Yanında bulunanlardan birisi:
- Kerbela... Deyince, Hazreti Hüseyin:
- Allahuekber, haza (işte) arz-ı Kerbela, dedi.

Buraya gelen Kufeliler'le görüştü. Onlara arzuları üzerine geldiğini bildirdi. Kufe Valisi, Hazreti Hüseyin'in Kerbela'ya geldiğini duyunca, 'Yezid'e biat et yahut harbe hazır ol,' diye haber gönderdi. Bu haberi alan Hazreti Hüseyin, 'Ümmetiyiz dedikleri Peygamberin evlatlarını mahv ve helak edenlerle cenge hazırım,' dedi. Vali, adamlarından Amr bin Saad adında birisine Rey valiliğini vaat ederek Hazreti Hüseyin ile muharebeye gönderdi. Ona dedi ki:

- Hüseyin'i zorla Yezid'e biat ettir. Eğer muhalefet ederse başını bana getir, dedikten sonra bu adama bir kaftan ile bir at hediye etti. İbni Saad, maiyetinde beşbin askerle yola çıktı. Kerbela'ya yaklaştığında Hazreti Hüseyin'e, Yezid'e biat etmesini bildirdi, fakat Hazreti Hüseyin bunu reddetti. Bunu duyan Kufe valisi, İbni Saad'a, 'Yezid'e biat edinceye kadar sudan mahrum et,' emrini verdi. 0 da derhal Fırat nehri sahillerini beşyüz askerle tutturdu. Hazreti Hüseyin su almak üzere elli asker gönderdi. İbni Saad'ın askerleri onlara su vermediler. İbni Saad ile Hazreti Hüseyin karşılaşıp görüştüler. Bunu duyan İbni Ziyad onu tehdit etti. Bu esnada Hazreti Hüseyin'e Beni Esed kabilesinden bir kısım silahlı askerler yardıma geldiler. Fakat İbni Saad kuvvetleri bunları dağıttı. Bu defa Ibni Ziyad, İbni Saad'a derhal taarruza geçmesini emretti. Muharrem'in onuncu günü Kerbela'da kanlı bir muharebe başladı. Zaman zaman her iki taraftan karşılıklı vuruşmalar oldu. Yezid askerleri umumi bir taarruza geçtiler. Oklar çekildi, kılıçlar oynadı, Kerbela'da kanlar döküldü. Bir türlü Hazreti Hüseyin kuvvetleri mağlup edilemiyordu. Bunun üzerine İbni Saad ikibin kişi daha gönderdi. İki taraf arasında kanlı bir kavga başladı. Zamanla Hazreti Hüseyin'in kahraman askerlerinin Çoğu şehit oldular. Hazreti Hüseyin de elinde kılıcı, kahramanca çarpışıyordu. Hava pek sıcaktı. Mücahitler susuzluktan halsiz kalmışlardı. Su içmek istiyorlardı, fakat Fırat nehri tamamen tutulduğu için, kimse su içemiyordu. Hazreti Hüseyin de susuzluktan yanıyordu. Düşmanla çarpışa çarpışa Fırat kenarına geldi. Tam su içeceği sırada düşman askeri:

- Ey Hüseyin, düşman karargâhına hücum etti. Su içmek zamanı değildir, diye bağırınca su içmeyip geri döndü. Bunun bir hile olduğunu anlayınca geri dönüp suya yaklaştığı esnada bir ok ağzına isabet etti. Bir damla su içmek nasip olmadı. Susuzluktan halsiz kalmıştı. Bu halde iken Malik bin Beşir adında birisi Hazreti Hüseyin'in başına bir kılıç sallayarak yaraladı. Hazreti Hüseyin'in kanlar içinde yerde yattığını gören İbni Saad, üzerine hücum etti.

Hazreti Hüseyin:
- Ey zalim beni şehit etmeye mi geldin? Dedi. Fakat bu kötü kalpli adam kılıcını çekemedi. Bu esnada Şemar adında bir hain Hazreti Hüseyin'in göğsüne çökerek kılıcını çekti. Hazreti Hüseyin mahzunane bir tavırla gözlerini açıp adama baktı.
- Ey hain... Sen kimsin?
- Ben Semar'ım.
- Ey Semar, benim katilim sensin. Fakat bu ay ne ayıdır, bu gün ne gündür, bu vakit ne vakittir?
- Muharrem ayı, cuma günü, namaz vaktidir...
- Ey zalim herkes namazda iken sen bu cinayeti nasıl işleyeceksin, bari göğsümden in de bir namaz kılayım...

İslam ve Türk tarihinden gelmiş ve geçmiş, elimize geçen tarihi belgelerle bu kadar anlatabildik.

Burada insani olarak Hakikat-ı Muhammediye'nin gözümüz önüne alınması lazım geliyor.

Cenabı Hakk'ın, zahir ve batın vicdan hislerimizle emirlerini tutmak mecburiyeti hâsıl olmuştur. Tevfik Cenab-ı Allah'tan, nizam ve intizam ile gayret, çalışmak ve itaat etmek, umumi biz kullara düşüyor.


Hz. Hacı Ahmet Kayhan

Tasavvufi Sözler

  • Ey altın sırmalarla süslü elbiseler giymeye, kemer takmaya alışmış kişi, sonunda sana da dikişisiz elbise giydirecekler...

    Hz. Mevlana Celaleddin Rum'i
  • Maddi hayata meyledenler için hayat deniz suyu içmeye benzer. İçtikçe susarlar, susadıkça içerler...

    Hz. Muhyiddin Arabi
  • Ey ademoğlu; Ey insanoğlu, bizi yaratan Allah`ın emirlerini tutmak mecburiyetindeyiz. Çok nazikâne dikkat edelim.

    Hz. Hacı Ahmet Kayhan Dede
  • Tasavvuf, Hakk'ın, seni senden öldürmesi ve seni kendisiyle diriltmesidir.

    Cüneyd-i Bağdadi
  • Sen insana ulaşmadan Allah'ı nasıl arıyorsun?

    Muhammed İkbal
  • Allahım! İnsanlar seni verdiğin nimetler yüzünden severler; bense seni verdiğin belalar yüzünden severim.

    Hallac-ı Mansur
  • Aşka delilik diyen insan, hayatın sırrına ebediyen bigane kalsın.

    Muhammed İkbal
  • Bilmediklerimi ayağımın altına alsaydım, başım göğe değerdi.

    İmam-ı Azam
  • Bir gün nefsime dedim: gel seninle Rabbime gidelim. gelmedi. Ben de tek başına yürüdüm, gittim.

    Beyazıd-ı Bestâmi
  • Allah' ı bilenler ise, ruhun beynin özü ve hakikatı olan Hak' tan geldiğini müşahade ettiler.

    Ahmed Hulûsi
  • Allah sizin kalıbınıza ve suretinize değil, kalbinizin temizliğine bakar.

    Hz. Muhammed (s.a.v)
  • Bir insanda görülen ameller ve takvadan başka, bir de onun cevher gibi güzel olan gizli amel ve takvası vardır. Bakış gücü olmayanların nazarları, görünen amellerdir. Halbuki biz onlara bakmıyoruz. Biz insanın içine, içindeki sırra bakıyoruz.

    Şeyh Hariri
  • Bir kimse kendi hakikatine arif olursa, hiçbir itikat ile kayıtlı olmaz.

    Muhiddin Arabi
  • Bütün maşuktur, aşık perdedir. Diri maşuktur, aşık ölüdür.

    Hz. Mevlâna
  • Cevizin kabuğunu kırıp özüne inmeyen cevizin hepsini kabuk zanneder.

    Gazâli
  • Eğer bir müminin kalbini kırarsan Hakk'a eylediğin secde değildir.

    Yunus Emre
  • Ey birader, sen ancak bir düşünceden ve fikirden ibaretsin. Üst tarafın kemik ve A'sab sinir ve adalât (kas) ve elyaftan (insan ve hayvanda adaleleri meydana getiren ince lifler) ibarettir.

    Hz. Mevlana
  • Hakikât yolu, aranmakla bulunmaz. Ama Bulanlar ancak arayanlardır.

    Beyazıd-ı Bestâmi
  • Hakikatte Arş ve Beytullâh, Allah'ı bilen arifin kalbidir.

    Muhyiddin Arabi
  • Hakkın Rahmeti bizim günahlarımızdan büyüktür.

    Muhyiddin Arabi
  • Her kişinin iki resülü vardır. Biri zahir, diğeri batın. Zahir dildir, Batın gönüldür. Dil Muhammed'e, gönül Cebrail'e benzer.

    Hacı Bektaş-ı Veli
  • Her şey maşuktur , aşık bir perdedir. Yaşayan maşuktur , aşık bir ölüdür.

    Hz. Mevlâna
  • İnd-i Sânî'de, bütün mahlûk TEK bir NOKTADIR; Kâinâtın cümlesi bu, NOKTA da bir NÜKTEDİR!

    Ken'ân Rifâî
  • İstesem sırf fatiha suresinin tefsiriyle yetmiş beygiri yüklerim.

    Hz. Ali
  • Kendimi arıyorum, gören varmı?

    Erzurumlu İbrahim Hakkı
  • Kerem, dünyayı ona muhtac olana vermen ve kendisine muhtac olduğun Allah'a yönelmendir.

    Ebu Hafs
  • Kimde sevgi varsa, Allah'ın varlığı ondadır.

    Hz. Mevlâna
  • Kimi aşık görürsen, onu maşuk bil. Zira o aşka nisbetle hem aşıktır, hem de maşuktur.

    Hz. Mevlâna
  • Kur'an insanlara pek çok şeyi sembollerle anlatırken; tasavvuf ise baştan sona, serâpa sembol ve mecazdır.

    Ahmed Hulûsi
  • Maddi hayata meyledenler için hayat deniz suyu içmeye benzer, içtikçe susarlar, susadıkça içerler.

    Muhiddin Arabi
  • Musibetin sevabına talip olmaklığın, musibeti çekmekte iken de varsa, zahidsin.

    Hz.Muhammed (s.a.v)
  • Nazar ve nefes az kaldı kaderi geçecekti. Nefes ve nazardan Allah'a sığının.

    Hz.Muhammed (s.a.v)
  • Nokta, tüm çizgilerin esasıdır.

    Hallac-ı Mansur
  • Okunacak en büyük kitap insandır.

    Haci Bektasi Veli
  • Ölüm, yaradılmışın Yaradan'a kavuşmasıdır,Şeb-i arus'dur.

    Hz. Mevlâna
  • Sevgin yoksa, dost arama.

    Şeyh Sâdi
  • Algılanan varlığın, Hakkın vücudu olduğunu müşahade, vahdet-i vücud'dur.

    Ahmed Hulûsi
  • Tasavvuf zamanı en uygun bir şekilde değerlendirmekten ibarettir.

    Ebu Siad-i Ebu'l Hayr
  • Tasavvuf, Allah ile olan muamelenin saflığıdır. Bunun aslı da dünyadan yüz çevirmedir.

    Cüneyd-i Bağdadi
  • Tasavvuf, bila-alaka (hiçbir bağ olmadan) tamamiyle Allah ile olmandır.

    Cüneyd-i Bağdadi
  • Vücudun, ilmi ilahide, ilimden ibaret olduğunu müşahade, vahdet-i şuhud'dur.

    Ahmed Hulusi

Hakkı Dedemizin Bütün Derslerine ulaşmak için tıklayınız...

Misafirhanemiz

Dervish Guest House

Site Kullanım Sayacı