Ladikli Hacı Ahmet Hüdai


Konya'nın bereketli toprağında yetişen Veliler sarayının Sultanlarından. Ümmi velâkin; manevi ilim, irfan, marifet ehli. Aşk ve muhabbet deryasında kaynayan, takva, ver sahibi, eşsiz kerametlerin kahramanı, ulu erlerden, Allah Dostlarından biri idi.

Konya'nın Sarayönü kazasına bağlı, şirin Lâdik kasabasında doğmuş. Tertemiz burada büyümüş, yetişmiştir. Babasının adı Mehmed, annesinin adı Emine olup 1304 tevellüdü ile dünya'ya teşrif etmişti.

1897 Seferberliğinde iki ağabeyi ile birlikte cepheye gitti. Babası, üç evladını da;

- " Ölmek var dönmek yok. Bana gazi veya şehid babası olma şerefini çok görmeyiniz. Biz sizleri bu günler için büyüttük. Vatan, Millet, Din, iman, Kur'an ve İslam sizlerden bugün, yolunda kanlar ve canlar feda etmeyi beklemektedir. Hakk'ın Rızası, Peygamberimizin hoşnutluğu için, bu uğurda erlik zamanıdır. Yolunuz açık bileğiniz kavi olsun.." duaları ve tenbihatı ile, onların alınlarından öperek yolcu etmiştir.

İlk korkunç mücadele; Pınar, Losfaki, Çatalca, Vokestin, Dökme meydan muharebelerine katılarak, kahramanca çarpıştılar.

Daha sonra; Makedonya'da, Yunanistan, Arnavutluk ve Bulgaristan'da çeşitli cephelere katılan Ahmed Ağa, cepheden cepheye koşan Mehmetçiklerin arasında idi. Aç susuz, cephanesiz kaldıkları halde ümitsizliğe düşmeden, İman ve inançlarının verdiği kuvvetle sebat edip çalıştılar.

Balkan harbinde, Çanakkale harbinde bulunmuşlar. Ağabeylerinden biri Çanakkale'de, diğeri de Kırkgaziler'de şehid olmuşlardır. Ahmed Ağamız da ikinci defa burada yaralılar arasındadır.

Savaşlar dizisinde; Hicaz Cephesi bölgesinde, azgın İslam düşmanlarına karşı savunma görevi için, kavurucu Arabistan çöllerinde savaşan Mehmetçiklerden binde Ahmed Ağa'dır. Kanal Harekâtında üçüncü defa yaralanışı göğsüne şeref madalyası oldu.

Hacı Ahmed Ağa, bir ziyaretimde o günleri şöyle anlatmıştı: 

-Şimdiki, Yahudilerin yerleştiği Gazze şehri civarında İngilizlerle harb ederken, mensup olduğum birlik İngilizlerce pusuya düşürülmüş, birliğin tamamı makineli tüfeklerle taranıp, bir kısmı öldürülmüş, bir kısmı da yaralanmışlardı. Ben de vurularak çöle düştüm. Yanımdaki arkadaşlar da, peş peşe vurularak üzerime düşüp, can vererek şehid oldular. Bunların arasında sıcaktan kavrulan kumlar üzerinde, son derece susuzluktan yanıyor, bir taraftan da yaralarım sızlıyordu. Artık Mevla'ma yönelmiş, O'na kavuşma anını bekliyordum.

Bulunduğumuz mevki; esas birliğimize üç günlük yo1, bu arada hiç bir canlı yok. Yardım ve kurtuluş ümidi kalmamıştı.

Tam bu sıralarda; Nihayetsiz kerem sahibinin Kudret ve Vefa eli bize yetişti..." Hacı Ahmed Ağa, bu hali şöyle tasvir eder:

NELERDEN KURTARIR MEVLA İNSANI
Susuz püryan giderken çöle
Düşmüşüm kalmışım hayırlı ele
Kalbim Mevla ile olursa bile
Nice ol çöllerde kalmaz Hüda'i

Düşmüşüm çöllere pek yakın Tur'a
Ciğer püryan oldu sızlıyor yara
Ol Mevla'mın Nuru düşmüştür bura
Mevla'sı darda koyar mı Hüda'i

Huda'dan başka çölde kimse yoktur
Ol Mevla'm olursa derdime Dokdur
Hakikatten başka bir kapı yoktur
Hak'tan ayrılır mı asla Hüda'i

Kapında bekleyen ol aciz benim
Kullara çok lutf-u ihsanın senin
Hakikattan gelir ilhamım benim
Mevla'dan ayrılmaz aslı Hüda'i

Kanalı geçmeye kurdular düzen
Orada duymuşum semada Ezan
Ol beni kurtaran dünyada gezen
Mevla'dan ayrılmaz asla Hüda'i

Bir nazar eyledim Tığ ile Tur'a
Ömründe kuş dahi uçmamış bura
Hakka yaklaştırdı seni bu yara
Yansa da Haktan ayrılmaz Hüda'i

Kumları boyanmış Şehidler kanı
Veren alır imiş bu tatlı canı
Nelerden kurtarır Mevla insanı
Nice ol çöllerde kalmaz Hüda'i

Kimse bilmez bu Ahmedin aşkını
Verseler istemem cihan köşkünü
Maşuku ararım burdan geçti mi?
Mevlasına yakın oldu Hüda'i

Tam çaresizlik içerisinde, sıcak kumlar üzerinde susuzluktan kavrulan bedenim al kanlar içinde mecalsiz, yaralarım sızlarken, Güneş'in vurduğu yönden bir beyaz atlı belirdi, bize doğru geliyordu. Düşman zannı ile korkumdan kendimi ölüler arasında, ölmüş gibi göstererek yere yatmıştım. Atlı bize yaklaştı ve bana:

- Esselmü aleyküm. Ahmed ne oldu yaralandın mı, kalk bakalım..! diyerek, ismimi söyleyince korkum kalmadı, başımı kaldırdım baktım..

- Kalkmaya mecalim yok.! Dedim.

Attan inip yanıma geldi, beni sıkıştıran Şehid arkadaşlarımı üzerimden birer birer çekti. Susuzluktan yanıyordum.

Sana su vereyim mi..? deyip, su dolu bir matara verdi.

Susuzluktan yanan bağrıma, o Vefa elinin verdiği; hayat ve aşk bahşeden şifa suyunu içtim kana kana..!

Mübarek Zat; ellerini sızlayan yaralı yerlerim üzerinde gezdirirken, sızılarım duruyor taze hayat buluyordum. İşte o su, beni başka bir âleme götürdü.

Bana ne oldu ise; Rahman'ın Vefa elinden içtiğim o hayat ve aşk bahşeden sudan sonra oldu.!

Sonra beni kaldırıp atının terkisine aldı. En yakın, üç günlük yoldaki genel karargaha götürdü. Bu yolu ne zaman, nasıl geldiğimizi bilemedim. Karargahın yakınına atının terkisinden beni indirdi. Bir değneğe kırmızı bir bez bağlayıp askerlere salladı. Ayrılacağımız zaman, beni getiren bu Zata..:

- Efendim, sizi bir daha görecek miyim.? Dedim.

Mübarek Zat bana..: Ahmed Ağa; eğer sen Hak rızası için yaşarsan her zaman seninle beraberiz. Yok, öyle yaşamazsan bu son görüşmemiz! dedi ve ilave etti..: 

" Askerler gelip seni alınca, sana inanmazlar Onlara, beni nöbetçi subayına götürün, dersin. Hadiseyi nöbetçi subayına anlat, benim de selamımı söyle dedi ve kayboldu, Askerler bir sedye ile gelip beni aldılar. Beni götürürken, parola soruyorlardı, cevap veremiyordum Birliğimi söyledim, bana inanmadılar:

- O birlik vurulup yok edilmiş. Hem sen kurtuldu isen, senin yol buraya üç günlük yol, nasıl geldin!? Sen yalan söylüyorsun dediler. Ben de:

- Siz beni nöbetçi subayına götürün., dedim, Askerler beni nöbetçi subayına götürdüler

Nöbetçi subayı, ehli hal, âşık bir kimse imiş. Ben nöbetçi subayına; birliğimizin başına gelenleri, yaralanıp düştüğümü, beni kurtaran Adamın gelişini ve durumunu anlatı subay heyecanlanıyordu, kendisine:

- Beni kurtaran kimsenin size selamı var.! Deyince subay hemen altındaki sandalyeyi bana verdi, bana hürmet etmeye başladı ve:

Nasıl oldu, bir daha anlat! 

Diyerek üç kere tekrar ettirdi. Her tekrar edişte heyecanı artıyordu, Hemen beni tedaviye alıp yaralarımı sardılar Yaramı doktor işin farkına varmış, bana inanmayanlara:

- Sizin burnunuz koku almıyor mu? Şimdiye kadar hiçbir askerde bu kokuyu duydunuz mu? Şu hastanın kokusuna bakın, Mis gibi kokuyor.! Dedi.

Ben hastanede bulunduğum müddet içerisinde Hocam bir iki defa daha geldi ve bana:

- Ahmed! Terhis olup memleketine gittiğin zaman, ben yine gelip seni bulacağım, merak etme.! Dedi, gitti.

Elhamdülillah, iyileşip taburcu oldum. Çok sürmedi bizi terhis ettiler. Artık memleketim olan Ladiğe gelmiştim.

İşte, Hocamın beni çölde yaralı iken gelerek kurtardığı sırada verip içirdiği, bana hayat bahşeden o sudan sonra bende bir aşk başladı. Aşk ateşi günden güne sinemi yakmaya ve beni dağlara, ıssız yerlere sürüklemeye başladı. Evde duramaz oldum ve bu derdimi de kimseye açamıyordum.

Yine bir gün sıkıntımdan, üzüntü ve kederimden ne yaptığımı, ne yapacağımı bilemez bir halde iken, aşkın galebesi ile dağlara çıkıp gittim.

Bir kış günü idi, her taraf karla kaplı. Bir de baktım ki, on bir tane canavar (kurt) arkama düştüler. Durumlarından aç oldukları belli idi, korkup olduğum yere durdum, onlar da durdular.

-Ya Rab.! Sen muhafaza eyle..! diyerek, Rabbım'a niyaz ettim.

Hayvanlar ağızlarını havaya kaldırıp, hep birden öyle bir uludular ki; vücudumun bütün kılları adeta elbisemden dışarı çıkmıştı. Tam o sırada, semadan kurtların üzerine bembeyaz, koyun kuyruğu şeklinde bir şey indi. Hemen kapışıp yediler ve bırakıp gittiler.

Onlar gittikten sonra, o şeyin düştüğü yere varıp; acaba bir parça kalmış mı? diye bakarken, ufacık bir parça buldum. Hakikaten, kuyruk şeklinde beyaz ve yumuşak bir şey indi. Bu parçayı alıp yedim, günlerce açlık hissetmedim..!

İşte böyle günler aylar geçiyor, hep gözlerim yolları gözlüyor, O'nu bekliyordum, çünkü:

Geleceğim..! demişti. 

Gönlümdeki yangın arttıkça, lisanım gönlümün feryadını kelimelerle dışarıya döküyordu...:

BEKLER BU AHMED
Böyle mi tenbih etti evradı veren
Haktan ayrılır mı hakikat gören
Aşkın dolu'sunu eliyle veren
Çıkmış yollarına bekler bu Ahmed
Bilmem ki gücendin gelmedin bana
Bu aşkın yangını başlıca sana
Meşgul mü oldun daldın da cihana
Çıkmış yollarına bekler bu Ahmed

Beklerim yolları hala gelmedin
Bu yangınlık neden oldu bilmedim
Tebessümden başka fazla gülmedim
Çıkmış yollarına bekler bu Ahmed

Ölüp te bilirim türab olmadın
Cihanı gezdin bir ücret almadın
Şimdiye kadar sen hiç geç kalmadın
Çıkmış yollarına bekler bu Ahmed

Yoksa çağırırım deryayı İlyasa
Yoksa çıkar gelir Musa'yı asa
Feryadımı duyar Muhammed,
Çıkmış yollarına bekler bu Ahmed

Bir ah eylesem ben bulurum seni
Mevla'm yarattı bu sevgili teni
Türaba girsem de boşlamam seni
Çıkmış yollarına bekler bu Ahmed

Kimse bilmez bu Ahmedin aşkını
Verseler istemem cihan köşkünü
Maşuk'u ararım buradan geçti mi?
Çıkmış yollarına bekler bu Ahmed

Tam on iki sene geçmişti aradan. Nihayet bir gün Elhamdülillah, Hocam teşrif edip göründüler, artık dünyalar benim oldu.

İşte o günden sonra, hemen hemen her gün uğrar, lüzum eden ders ve malumatı verirdi. Zaman geldi artık beni alır, kendisi ile beraber manevi toplantılara götürürdü. Kendisinin gelmediği zaman manevi telefonla haberleşir, emredilen yere saatinden önce varırdım. Daima böyle verilen saatten önce vardığım için de, Üstadım beni çok sever memnun olurdu."

Evet, Mübarek Sultan, Allah Dostu böyle idi. Vazifeye gidişleri, ruhen değil, ceseden idi.

Bir gün, Zıvarık'lı Hacı Ahmed ağa ile Ladiğe Hacı Baba'nın ziyaretine gitmiştik. O zaman evi, Lâdik'teki tepenin üzerinde idi; evinin karşısında da odası vardı. Odaya misafir olduk, yatsı namazına kadar beraber kaldık. Namazı kılınca bizden müsaade alıp gitti. Odanın pencereleri, evinin sokak kapısına karşı idi. Biz Zıvarık'Iı Ahmed Ağa ile vazifeye nasıl gidiyorlar görelim, diye pencereden bakıyorduk.

Ben zannediyordum ki; evinin sokak kapısını açıp gidecekler. Öyle olmadı; evinin avlusundan kapıyı açmadan, füze şeklinde, arkadaşı ile beraber semaya doğru öyle bir yükseldiler ki, bir anda kayboldular. İkisi de göz kamaştırıcı nur içerisinde yükselip gittiler.

Sabah namazına kendisi yalnız geldi.

Hilye ve Şemaili
Uzuna yakın orta boylu, buğday benizli, naif bedenli, normal kır sakallı, çukurca gözlü, hilal kaşlı. Nurani simasında halvet ve melahat'ın güzelliği görülürdü.

Gayet cömert, vekar, temkin ve itidal ehli idi. Sükûtu ihtiyar eder, ihtiyaç halinde konuşurlardı.

Ümmi olmasına rağmen, Hocası Hızır Aleyhisselam olduğu için, ondan manevi ilimler almış olup, İlmi Hikmet'te yekta idi.

Kendisini Hakkın Rızasına, halkın hizmetine adamış, her zaman ve her yönde halkımıza önder, rehber, teselli ve ümit kaynağı idi. Kendisinden bir şey sorulduğu veya bir kişinin müşkül bir işi olduğu zaman:

- Durun gardaşım, şimdi cevabınızı getiririm. der, gider Hocası Hızır Aleyhisselam'dan sorar, cevabını alır getirirdi. Kimseyi kırmaz boş çevirmezdi.

Bazı kimseler kendisine gelip:

- Hacı Baba, manevi yolda bize Rehber olsan, bize manevi alem için ders versen olmaz mı..? diyenlere tebessüm ederek:

- Ben bu işin ehli. Salahiyetlisi değilim. Sizler Hacı Sami (K.S.) Hazretlerine gidin, işin ehli ve salahiyetlisi O'dur! de

Tasavvufi Sözler

  • Ey altın sırmalarla süslü elbiseler giymeye, kemer takmaya alışmış kişi, sonunda sana da dikişisiz elbise giydirecekler...

    Hz. Mevlana Celaleddin Rum'i
  • Maddi hayata meyledenler için hayat deniz suyu içmeye benzer. İçtikçe susarlar, susadıkça içerler...

    Hz. Muhyiddin Arabi
  • Ey ademoğlu; Ey insanoğlu, bizi yaratan Allah`ın emirlerini tutmak mecburiyetindeyiz. Çok nazikâne dikkat edelim.

    Hz. Hacı Ahmet Kayhan Dede
  • Tasavvuf, Hakk'ın, seni senden öldürmesi ve seni kendisiyle diriltmesidir.

    Cüneyd-i Bağdadi
  • Sen insana ulaşmadan Allah'ı nasıl arıyorsun?

    Muhammed İkbal
  • Allahım! İnsanlar seni verdiğin nimetler yüzünden severler; bense seni verdiğin belalar yüzünden severim.

    Hallac-ı Mansur
  • Aşka delilik diyen insan, hayatın sırrına ebediyen bigane kalsın.

    Muhammed İkbal
  • Bilmediklerimi ayağımın altına alsaydım, başım göğe değerdi.

    İmam-ı Azam
  • Bir gün nefsime dedim: gel seninle Rabbime gidelim. gelmedi. Ben de tek başına yürüdüm, gittim.

    Beyazıd-ı Bestâmi
  • Allah' ı bilenler ise, ruhun beynin özü ve hakikatı olan Hak' tan geldiğini müşahade ettiler.

    Ahmed Hulûsi
  • Allah sizin kalıbınıza ve suretinize değil, kalbinizin temizliğine bakar.

    Hz. Muhammed (s.a.v)
  • Bir insanda görülen ameller ve takvadan başka, bir de onun cevher gibi güzel olan gizli amel ve takvası vardır. Bakış gücü olmayanların nazarları, görünen amellerdir. Halbuki biz onlara bakmıyoruz. Biz insanın içine, içindeki sırra bakıyoruz.

    Şeyh Hariri
  • Bir kimse kendi hakikatine arif olursa, hiçbir itikat ile kayıtlı olmaz.

    Muhiddin Arabi
  • Bütün maşuktur, aşık perdedir. Diri maşuktur, aşık ölüdür.

    Hz. Mevlâna
  • Cevizin kabuğunu kırıp özüne inmeyen cevizin hepsini kabuk zanneder.

    Gazâli
  • Eğer bir müminin kalbini kırarsan Hakk'a eylediğin secde değildir.

    Yunus Emre
  • Ey birader, sen ancak bir düşünceden ve fikirden ibaretsin. Üst tarafın kemik ve A'sab sinir ve adalât (kas) ve elyaftan (insan ve hayvanda adaleleri meydana getiren ince lifler) ibarettir.

    Hz. Mevlana
  • Hakikât yolu, aranmakla bulunmaz. Ama Bulanlar ancak arayanlardır.

    Beyazıd-ı Bestâmi
  • Hakikatte Arş ve Beytullâh, Allah'ı bilen arifin kalbidir.

    Muhyiddin Arabi
  • Hakkın Rahmeti bizim günahlarımızdan büyüktür.

    Muhyiddin Arabi
  • Her kişinin iki resülü vardır. Biri zahir, diğeri batın. Zahir dildir, Batın gönüldür. Dil Muhammed'e, gönül Cebrail'e benzer.

    Hacı Bektaş-ı Veli
  • Her şey maşuktur , aşık bir perdedir. Yaşayan maşuktur , aşık bir ölüdür.

    Hz. Mevlâna
  • İnd-i Sânî'de, bütün mahlûk TEK bir NOKTADIR; Kâinâtın cümlesi bu, NOKTA da bir NÜKTEDİR!

    Ken'ân Rifâî
  • İstesem sırf fatiha suresinin tefsiriyle yetmiş beygiri yüklerim.

    Hz. Ali
  • Kendimi arıyorum, gören varmı?

    Erzurumlu İbrahim Hakkı
  • Kerem, dünyayı ona muhtac olana vermen ve kendisine muhtac olduğun Allah'a yönelmendir.

    Ebu Hafs
  • Kimde sevgi varsa, Allah'ın varlığı ondadır.

    Hz. Mevlâna
  • Kimi aşık görürsen, onu maşuk bil. Zira o aşka nisbetle hem aşıktır, hem de maşuktur.

    Hz. Mevlâna
  • Kur'an insanlara pek çok şeyi sembollerle anlatırken; tasavvuf ise baştan sona, serâpa sembol ve mecazdır.

    Ahmed Hulûsi
  • Maddi hayata meyledenler için hayat deniz suyu içmeye benzer, içtikçe susarlar, susadıkça içerler.

    Muhiddin Arabi
  • Musibetin sevabına talip olmaklığın, musibeti çekmekte iken de varsa, zahidsin.

    Hz.Muhammed (s.a.v)
  • Nazar ve nefes az kaldı kaderi geçecekti. Nefes ve nazardan Allah'a sığının.

    Hz.Muhammed (s.a.v)
  • Nokta, tüm çizgilerin esasıdır.

    Hallac-ı Mansur
  • Okunacak en büyük kitap insandır.

    Haci Bektasi Veli
  • Ölüm, yaradılmışın Yaradan'a kavuşmasıdır,Şeb-i arus'dur.

    Hz. Mevlâna
  • Sevgin yoksa, dost arama.

    Şeyh Sâdi
  • Algılanan varlığın, Hakkın vücudu olduğunu müşahade, vahdet-i vücud'dur.

    Ahmed Hulûsi
  • Tasavvuf zamanı en uygun bir şekilde değerlendirmekten ibarettir.

    Ebu Siad-i Ebu'l Hayr
  • Tasavvuf, Allah ile olan muamelenin saflığıdır. Bunun aslı da dünyadan yüz çevirmedir.

    Cüneyd-i Bağdadi
  • Tasavvuf, bila-alaka (hiçbir bağ olmadan) tamamiyle Allah ile olmandır.

    Cüneyd-i Bağdadi
  • Vücudun, ilmi ilahide, ilimden ibaret olduğunu müşahade, vahdet-i şuhud'dur.

    Ahmed Hulusi

Hakkı Dedemizin Bütün Derslerine ulaşmak için tıklayınız...

Misafirhanemiz

Dervish Guest House

Site Kullanım Sayacı