Hz. Şems-i Tebrizi


Asıl adı ve künyesi «Melik Dad oğlu Ali oğlu Muhammed Şemseddin» olan Şems-i Tebrizi, doğuştan yüksek kabiliyetlerle mücehhez, ilahi aşkın tesiriyle kendinden geçmiş gerçek hakikat ve mana ehli erenlerdendir. Hicretin altıncı yüzyılında Tebriz'de doğmuştur.

Henüz çocukluk ve gençlik yaşlarında iken bile, yaşıtlarından çok farklı bir anlayış, düşünüş ve yaşayışa sahip bulunan Şems o günlerini şöyle anlatır: "Henüz erginlik çağına girmemiştim. Aşk deryasına daldım mı, 30-40 gün hiçbir şey yiyemezdim; istekten kesilirdim. Günlerce açlığa, susuzluğa katlanırdım. Bir gün babam bana çıkıştı: «Oğlum dedi, ben senin bu halinden bir şey anlamıyorum; bunun sonu nereye varacak? Bu davranışlar seni felakete götürecek"

Ben ona şu cevabı verdim: "Baba! Seninle benim babalık ve evlatlık ilişkimiz neye benzer bilir misin? Bir tavuğun altına tavuk yumurtalarıyla karışık bir de kaz yumurtası koymuşlar. Vakti gelip ve civcivler çıktığı zaman bunlar hep birlikte analarının arkasına düşer giderler yolda bir göl kenarına rastlarlar. Kaz yumurtasından çıkan civciv hemen kendisini suya atar; bunu gören ana tavuk, eyvah yavrum boğulacak der; Çırpınmaya başlar. Hâlbuki kaz yavrusu neşe içinde suda yüzmektedir. İşte seninle benim aramdaki fark da böyledir."

Şems, delikanlılık halet-i ruhiyesi ile babasına verdiği bu samimi cevapla, kendisinin o çağdaki saf, berrak ve lahuti düşünüş ve yaşayışının da maksat ve mahiyetini dile getirmiş olmaktadır.

Daha Tebriz'de iken, manevi inkıbaz halinden sıyrılmak ve şan ve şöhretini duyduğu yüce şahsiyetlerin ziyaretinde bulunmak için sık sık yolculuk yaptığı için ona, «Şems-i Perende (Uçan Şems)» derlermiş. Bu ziyaretlerden aldığı feyz ve şahsi gayretleriyle kazandığı manevi mertebelerden dolayı ergin arifler arasında sayıldığı için kendisine «Kamil-i Tebrizi» de denilmiştir.

Şems-i Tebrizi, bir Türk velisidir. Bazılarının zannettiği gibi, basit, sıradan bir batını dervişi değildir. O yüzyılların yetiştirdiği ulu mürşitler arasında bulunan, Mevlana gibi madde ve manasıyla tahsilin yüce mertebelerine çıkmış ünlü bir kişiyi ledünni âlemlerin seyrine götürmüş ulu bir tasarruf sahibidir.

Büyük eseri «Makalat»'ı incelendiği zaman çok rahatlıkla görülür ki o, zamanın bütün yüksek İslami bilgilerine vakıftı. Tefsir, hadis, fıkıh, kelam ilimlerinde geniş bilgi ve kültüre sahip olduğu gibi, dört mezhebin fıkhı görüşlerine de aşina idi.

İşte Şems-i Tebrizi, madde ve manasıyla böylesine yüce bir kişiliğe sahip bulunuyordu.

Burada akla, şöyle bir soru gelebilir; Acaba onu, bu yüce mertebelere kimler hazırlamıştır?

Şems'in hayatındaki bu önemli nokta için kendisinin verdiği bilgiye göre, ilk nasibini Tebriz'de Ebü Bekir Sellaf (Sepetçi Ebü Bekir) adındaki bir mürşidden almıştır. Aradığını, özlediğini onda bulmuştur. Küçük yaşta gördüğü birçok esrarengiz olay ve sahneleri mürşidine açtığı zaman, mürşidi Şeyh Ebü Bekir, bunları herkese söylememesini tenbih etmiştir.

Bir gün Şeyh'i kendisine, artık verebileceği fazla bir şeyi kalmadığını, daha yüce makamlara erişmesi için, yeni nasipler aramak üzere seyahate çıkmasını tavsiye etti.

Bunun üzerine Şems yola koyularak, ulu erenlerin huzuruna varmak üzere çeşitli şehirleri ziyaret etti. Kirmanlı Şeyh Evhadüddin'in piri Secaslı Şeyh Rükneddin'e, sonra da Tebrizli Şeyh Şahabeddirı Mahmud'a gitti. Devrinin büyük mürşitlerinden olan bu yüce şahsiyetlerden büyük, feyz aldı. Daha sonra da, zamanın şeyhlerinin önderi sayılan Cent'li Baba Kemale başvurdu; Ondan da hayli faydalandı.

Böylesine kazanılmış geniş ve lahuti bir âlemin sahibi olan Şems-i Tebriz, hayatında en iyi makes olarak Mevlana'yı bulmuştur. Şems, Mevlana'nın; Mevlana, Şems'in her bakımdan en mükemmel sırdaşı olmuşlardır. Konya'da Mevlana ile karşılaşıp, kucaklaşmaları iki marifet deryasının birbirine karışması, birinin diğerinde yok olması anlamını taşır.

Mevlana bahsinde ele aldığımız hatıralardan sonra Şems, kendisinin kadir ve kıymetini bilmeyen ham kişilerin aşırı dedikodu, fitne ve fesatlarından dolayı başkalarının da mağdur olmaması, halkın birbirine düşmemesi için, bir gün aniden çekilir gider. O gündür, bu gündür, yedi asrı aşkın zamandan beri kendisinin nereye gittiği ve ne olduğu hakkında birçok rivayet ve görüşler öne sürülür; kabrinin nerede olduğuna dair çeşitli fikirler serdedilir Ama bütün bunlara rağmen onun nerede bulunduğu hakkındaki ihtilaf bu gün de halledilememiş gibidir. Aslında bu gayet normal bir maceradır. Çünkü «Güneş»i, birkaç metre karelik arz toprağına sığdırmak nasıl mümkün değilse, Şems-i Tebrizi'yi, illa yere gömmek isteyenlerin bu çabaları da, kıyamete kadar sürüp gidecektir. Hâlbuki onlar, Şems'ler, Mevlana'lar ve daha nice ulu şahsiyetler, mezarlarının yerlerini, Mevlana'mızın diliyle şöyle belirtmektedirler:

«Ölümümüzden sonra bizi yerde arama;
Bizim mezarımız, ariflerin gönüllerindedir.»


Şems (Güneş)i, birkaç metre karelik toprağa gömmeye çalışanlar, bu kadar emek ve gayretleriyle, onun da mezarının bulunduğu gönüllerin sahibi arif kişilerin söz, fikir, prensip ve tavsiyelerine kulak ve gönül verseler ve bunu bütün insanlığa tanıtıp, tattırabilseler, inanıyoruz ki dünyanın rengi de, dönüşü de değişecektir.

Binaenaleyh, şimdi geliniz hep birlikte en iyisi Şems-i Tebrizi'nin menkıbelerinden bazılarını, Eflaki'den naklen dinleyelim:

«Seher nurunun arifi Mevlana Sıraceddin-i Tatari, Mevlana'dan nakletti ki: Bir gün Şemseddin bir cemaatle bir köşede oturmuş konuşuyordu. Çok şiddetli bir kışın ortasında idi. 0 cemaatte azizlerden biri, bir deste gül arzusunda bulundu. Mevlana Şemseddin kalkıp dışarı çıktı; tekrar İçeri girince 0 azizin önüne bir deste güzel gül koydu. Bunun üzerine hepsi baş koydular. Şems: «Bu keramet değildir; Bu, dostların dileğiyle oldu. Yüce Tanrı arzunuzu yerine getirmek için gayb âleminden bir hediye gönderdi.» buyurdu.

«Yine dostların fazılları, akıl sahiplerinin sultanından rivayet ettiler ki: Bir gün Mevlana Şemseddin, medresenin kapısında oturmuştu. Birden bire bir cellât geçti. Şems: «Bu adam velidir.» buyurdu. Dostlar: «Bu, divan'ın cellâdıdır.» dediler. Şems: «Evet, o bir veli öldürdüğü, onu beden zindanından ve cisim kafesinden kurtardığı ve öldürülen veli de kendisine velayetini bağışladığı için velidir.» buyurdu. Cellât ertesi gün tövbe ederek ibadet edenlerin en ileri gelenlerinden olup, Mevlana'ya irdet getirdi.» 

Yine bir gün Mevlana Şems: «Müridler, bize üç şeyle yol bulabilirler: birincisi mal; ikincisi hal; üçüncüsü niyaz ve yalvarma (iptihal) ile.» diye buyurdu.

Yine bir aziz rivayet etti ki: Bir gün, bir cemaat, haşhaşın haram olduğu hakkında konuşuyordu. Orada bulunanlardan Mevlana Şemseddin: «Bizim dostlarımız, en adi bir otcağızla bile neşeleniyorlar. O şeytanın hayalidir. Burada meleğin hayalinin bile bir değeri yoktur. Nerde kaldı ki şeytanın hayalinin... Biz, bizzat meleğin kendisiyle yetinmiyoruz, nerde kaldı ki hayaliyle yetineceğiz. Şeytan ne oluyor da, hayali olsun. Bizim dostlarımız sonsuz ve temiz olan alemden niçin zevk almasınlar da gitsin, insanları aptal ve hiçbir şeyi anlamayacak hale getiren haşhaştan zevk alsınlar.» dedi.

Bunun üzerine bir adam: «Kuran'da şarabın haram olduğuna dair ayet bulunduğu halde, bu otcağızın haram olduğuna dair bir şey yoktur.» diye itirazda bulundu. Mevlana Şems, buna cevap olarak: «Her ayetin inmesi için bir sebep olurdu, ondan sonra ayet inerdi. Bu otu ise, Peygamber zamanında yemezlerdi. Yoksa (içenlerin) öldürülmesini emrederdi. Her ayet bir ihtiyaç ve sebep nispetinde inerdi. Eshab, Peygamberin huzurunda Kuran'ı yüksek sesle okurdu. Bu, Peygamber'in zihnini karıştırdığı için, «Ey müminler! Seslerinizi Peygamberin sesinden daha fazla yükseltmeyiniz ayeti indi», dedi. 

Yine Mevlana Şemseddin daima: «Hakiki dost, Tanrı gibi mahrem olmalıdır. Dostun çirkinliklerine ve hoşa gitmeyen şeylerine tahammül etmeli ve hatasından hiç incinmemelidir; dosttan yüz çevirmemelidir, dosta itiraz etmemelidir. Nitekim rahmeti bol olan Tanrı, kulların ayıplarından, günahlarından, noksanlarından yüz çevirmez; tam bir inayet ve şahane bir şefkatle onların rızkını verir, işte garazsız ivazsız dostluk budur.» buyurdu.

Yine nakledilmiştir ki, bir gün Mevlana Hazretleri (Tanrı onun sırrını kutlasın) buyurdu ki, Efendim ve can bağım Şemseddin, bir kimseden incindiği vakit ona: «Tanrı sana uzun ömür ve çok mal versin.» diye dua ederdi." 

Yine Mevlana Hazretleri'nin, Şems'e karşı o kadar sevgi ve candan ilgisi vardı ki, Şems ortadan kaybolduktan sonra kim onun hakkında asıl ve esası olmayan bir haber verse ve: «Mevlana Şems'i, falan yerde gördüm» dese, bu müjde için sarığını ve ferecesini verir, şükranelerde bulunur ve teşekkürler ederdi.

Bir gün bir adam: «Mevlana Şems'i Şam'da gördüm.» diye haber verdi. Mevlana buna o kadar sevindi ki tarif olunamaz. Başındaki sarığını, sırtındaki ferecesini, ayağındaki ayakkabı ve çizmesini ona bağışladı. Dostlardan biri: «Bu adamın verdiği haber yalandır. O, Mevlana Şems'i hiç görmemiştir.» dedi. Mevlana: «Evet, onun verdiği bu yalan haber için sarığımı ve ferecemi verdim. Eğer doğru haber verseydi, elbise yerine canımı verirdim ve kendimi onun uğrunda feda ederdim.» buyurdular. 

Yine bir gün Mevlana Şems, bilginler toplantısında bilgi saçıyordu. Dedi ki: insanların bütün bu tahsil etmekten, ilimleri okumaktan, bu kadar zahmetler çekmekten maksatları, ayak direyen(harun) nefislerinin, Musa'nın Harun'u gibi boyun eğmesi, itaat etmesi, zelil olması, zillet ve miskinlik göstermesidir. Nitekim boyunduruğu da öküzün boynuna, ram olması ve tam bir sükûnetle toprağını sürmesi için koyarlar ki, o bilgin toprak, tohumu kabul etsin; kuru diken ve ot yerine türlü taneler ve güzel kokulu çiçekler versin ve o killerden güller bitsin. Mademki 0 ilim, seni kendine itaat ettirip boyun eğdiremiyor, o halde o ilim insana bir zahmet ve yorgunluktan başka bir şey olmaz.

Şiir:

"Seni, senden almayan ilimden cehalet yüz kere daha iyidir."

Yine nakledilmiştir ki: Bir gün Şemseddin, Mevlana'nın medresesinde bilgiler saçıyordu. Dedi ki: "Her şeyden arı, duru ve yüce olan Tanrı, bütün mahlûklardan üç şey istedi: Birincisi, buyruk tutmak; İkincisi, iş beğendirmek Üçüncüsü de, yâdında tutmak. Buyruk tutmak, ibadet etmektir; iş beğendirmek, kulluktur. Yâdında tutmak da, marifettir. İnsanlara yük olma, onların yükünü çek ve onlardan tamahını kesme; kendi tamahını onların Önüne koy. Onlar, zenginliği isterlerse, sen zilleti iste."

Yine nakledilmiştir ki: Bir gün Mevlana Şemseddin hazretleri bir mecliste çenk dinlemekle meşguldü. Biri: «Derviş ve çenk sesi...» dedi. Şemseddin: «Görmezsin ve işitmezsin.» buyurdu. Bunun üzerine bu adam elini boynuna koydu, kör ve sağır oldu. Ne kadar yalvardılarsa da imkânı olmadı. Sonra: «Bu bizim yanımızda bir zarafet, başkalarının yanında ise, keramet ve mucizedir.» dedi. Biri: «Akla yakın olan mucizeyi kabul ederim.» dedi. O da: «O, mucize olmaz; Mucize, aklın, idrakinden aciz kaldığı şeydir.» buyurdu.

İşte, Şems-i Tebrizi ile ilgili hatıralar menkıbeler böylece sürer gider. Arif ol kişidir ki, damlada deryayı göre.

Biz, Ferid Kamın şu mısralarıyla burada sözü sırlıyalım:

Şems-i Tebrizi arar destine almış meşal 
Gece gündüz dolaşır Pir-i felek dünyayı 
Dide-i encüm ile ta bekıyamet arasa 
Ne bulur bir daha Şems ne de Mevlana'yı

Tasavvufi Sözler

  • Ey altın sırmalarla süslü elbiseler giymeye, kemer takmaya alışmış kişi, sonunda sana da dikişisiz elbise giydirecekler...

    Hz. Mevlana Celaleddin Rum'i
  • Maddi hayata meyledenler için hayat deniz suyu içmeye benzer. İçtikçe susarlar, susadıkça içerler...

    Hz. Muhyiddin Arabi
  • Ey ademoğlu; Ey insanoğlu, bizi yaratan Allah`ın emirlerini tutmak mecburiyetindeyiz. Çok nazikâne dikkat edelim.

    Hz. Hacı Ahmet Kayhan Dede
  • Tasavvuf, Hakk'ın, seni senden öldürmesi ve seni kendisiyle diriltmesidir.

    Cüneyd-i Bağdadi
  • Sen insana ulaşmadan Allah'ı nasıl arıyorsun?

    Muhammed İkbal
  • Allahım! İnsanlar seni verdiğin nimetler yüzünden severler; bense seni verdiğin belalar yüzünden severim.

    Hallac-ı Mansur
  • Aşka delilik diyen insan, hayatın sırrına ebediyen bigane kalsın.

    Muhammed İkbal
  • Bilmediklerimi ayağımın altına alsaydım, başım göğe değerdi.

    İmam-ı Azam
  • Bir gün nefsime dedim: gel seninle Rabbime gidelim. gelmedi. Ben de tek başına yürüdüm, gittim.

    Beyazıd-ı Bestâmi
  • Allah' ı bilenler ise, ruhun beynin özü ve hakikatı olan Hak' tan geldiğini müşahade ettiler.

    Ahmed Hulûsi
  • Allah sizin kalıbınıza ve suretinize değil, kalbinizin temizliğine bakar.

    Hz. Muhammed (s.a.v)
  • Bir insanda görülen ameller ve takvadan başka, bir de onun cevher gibi güzel olan gizli amel ve takvası vardır. Bakış gücü olmayanların nazarları, görünen amellerdir. Halbuki biz onlara bakmıyoruz. Biz insanın içine, içindeki sırra bakıyoruz.

    Şeyh Hariri
  • Bir kimse kendi hakikatine arif olursa, hiçbir itikat ile kayıtlı olmaz.

    Muhiddin Arabi
  • Bütün maşuktur, aşık perdedir. Diri maşuktur, aşık ölüdür.

    Hz. Mevlâna
  • Cevizin kabuğunu kırıp özüne inmeyen cevizin hepsini kabuk zanneder.

    Gazâli
  • Eğer bir müminin kalbini kırarsan Hakk'a eylediğin secde değildir.

    Yunus Emre
  • Ey birader, sen ancak bir düşünceden ve fikirden ibaretsin. Üst tarafın kemik ve A'sab sinir ve adalât (kas) ve elyaftan (insan ve hayvanda adaleleri meydana getiren ince lifler) ibarettir.

    Hz. Mevlana
  • Hakikât yolu, aranmakla bulunmaz. Ama Bulanlar ancak arayanlardır.

    Beyazıd-ı Bestâmi
  • Hakikatte Arş ve Beytullâh, Allah'ı bilen arifin kalbidir.

    Muhyiddin Arabi
  • Hakkın Rahmeti bizim günahlarımızdan büyüktür.

    Muhyiddin Arabi
  • Her kişinin iki resülü vardır. Biri zahir, diğeri batın. Zahir dildir, Batın gönüldür. Dil Muhammed'e, gönül Cebrail'e benzer.

    Hacı Bektaş-ı Veli
  • Her şey maşuktur , aşık bir perdedir. Yaşayan maşuktur , aşık bir ölüdür.

    Hz. Mevlâna
  • İnd-i Sânî'de, bütün mahlûk TEK bir NOKTADIR; Kâinâtın cümlesi bu, NOKTA da bir NÜKTEDİR!

    Ken'ân Rifâî
  • İstesem sırf fatiha suresinin tefsiriyle yetmiş beygiri yüklerim.

    Hz. Ali
  • Kendimi arıyorum, gören varmı?

    Erzurumlu İbrahim Hakkı
  • Kerem, dünyayı ona muhtac olana vermen ve kendisine muhtac olduğun Allah'a yönelmendir.

    Ebu Hafs
  • Kimde sevgi varsa, Allah'ın varlığı ondadır.

    Hz. Mevlâna
  • Kimi aşık görürsen, onu maşuk bil. Zira o aşka nisbetle hem aşıktır, hem de maşuktur.

    Hz. Mevlâna
  • Kur'an insanlara pek çok şeyi sembollerle anlatırken; tasavvuf ise baştan sona, serâpa sembol ve mecazdır.

    Ahmed Hulûsi
  • Maddi hayata meyledenler için hayat deniz suyu içmeye benzer, içtikçe susarlar, susadıkça içerler.

    Muhiddin Arabi
  • Musibetin sevabına talip olmaklığın, musibeti çekmekte iken de varsa, zahidsin.

    Hz.Muhammed (s.a.v)
  • Nazar ve nefes az kaldı kaderi geçecekti. Nefes ve nazardan Allah'a sığının.

    Hz.Muhammed (s.a.v)
  • Nokta, tüm çizgilerin esasıdır.

    Hallac-ı Mansur
  • Okunacak en büyük kitap insandır.

    Haci Bektasi Veli
  • Ölüm, yaradılmışın Yaradan'a kavuşmasıdır,Şeb-i arus'dur.

    Hz. Mevlâna
  • Sevgin yoksa, dost arama.

    Şeyh Sâdi
  • Algılanan varlığın, Hakkın vücudu olduğunu müşahade, vahdet-i vücud'dur.

    Ahmed Hulûsi
  • Tasavvuf zamanı en uygun bir şekilde değerlendirmekten ibarettir.

    Ebu Siad-i Ebu'l Hayr
  • Tasavvuf, Allah ile olan muamelenin saflığıdır. Bunun aslı da dünyadan yüz çevirmedir.

    Cüneyd-i Bağdadi
  • Tasavvuf, bila-alaka (hiçbir bağ olmadan) tamamiyle Allah ile olmandır.

    Cüneyd-i Bağdadi
  • Vücudun, ilmi ilahide, ilimden ibaret olduğunu müşahade, vahdet-i şuhud'dur.

    Ahmed Hulusi

Hakkı Dedemizin Bütün Derslerine ulaşmak için tıklayınız...

Misafirhanemiz

Dervish Guest House

Site Kullanım Sayacı